Kısa hayatlarımızın iki ucu arasında dalgalar var.
Geliyor ve gidiyorlar… Veriyor ve alıyorlar… Bazen enkaz parçaları… Bazen alüvyonlar…
Ardımızda “Pharos”un hayaleti, önümüzde kendi denizimizin belirsiz laciverti…
Kaderimiz “Kanagawa’nın Büyük Dalgası”nın küçük beyaz ellerinde.
Önünde ya da ardında, altında ya da üstündeyiz. Burada her mevkide yolculuk mümkün…
Grant’ın Çocukları, Patagonya’dan Yeni Zelanda’ya dalgaların üstünde yol almışlardı… Nemo, Güney Kutbu’ndan Atlantis’e 20.000 fersah boyunca, Nautilus’u şu dalgaların altında idare etti…
Aslında, hepimiz idare ederiz… Tüm hayatımız boyunca.
Bir “harika”nın gölgesinden, belirsizliğin lacivertine, dalgalar çağırdığı için gideriz.
Nuh’u bir gemi yapmaya zorlayan, Jules Verne’i yazı masasına oturttu.
Dalga geçmiyorum… Gerçekten… Tarih boyunca, olan hep buydu…
Dalgaların yalnızca sudan şeyler olmadığını anlamamız zaman aldı. Bu belki geç; ama göz alıcı, parlak bir kavrayıştı… Böylece suyun ötesinde, araştırılan ilk dalgalar, ışık dalgaları oldu. Young (1773-1827) ve Fresnel (1778-1827), türünü tanımlayamasalar da, ışığın dalgalardan meydana geldiğini ispat ettiler.
Sonra Strathisla’daki imalathanenin yaklaşık 280 km. ötesinden, James Clerk Maxwell (1831-1879) geldi… Elektromagnetik dalgaların artık bir teorisi vardı…İskoçyalı’nın söylediğine göre, bu dalgaların yayılma hızı, ışığın yayılma hızına (Fizeau bunu saniyede 300.000 km olarak ölçmüştü) eşit olmalıydı… Bunlar, o güne kadar yakaladığımız en hızlı dalgalardı…
Sonraları “Olay Ufku”nda bir karadelik tarafından yutulacaklarını öğrendiğimizde bile neşemizi koruyacaktık… Sonuçta kozmik yolculuklarında, başka bir hayatta bu dalgalar, bu defa Akdeniz’in ufkunda, yeniden belirebilirlerdi…
İhtimalleri seviyorduk. İhtimaller dalgalıydı…
Birkaç yıl sonra, Heinrich Hertz (1857-1894) yeni tip bir elektromagnetik dalga keşfetti. “Hertz Dalgaları” bir elektrik kıvılcımı meydana getirerek elde edilen, yüksek frekanslı elektrik titreşimleriydi. Bunlar gerçekten “iyi titreşimler”di.
Buna göre, dalgaları birbirinden ayıran temel özellik “frekans”larıydı. Artık elimizde “uzun dalga” ve “kısa dalga” vardı. Ve onlardan ilk yararlanan Guglielmo Marconi (1874-1937) oldu. Bu İtalyan bilim adamı, bulduğu bir düzenle, Hertz dalgalarını yaymayı ve büyük uzaklıklar arasında bu dalgaları “yakalayan” cihazı yapmayı başarmıştı.
Bu bir bakıma iyi rüyaları yakalayan bir “düşkapanı”ydı. Polinezyalılar’ın denizdeki dalgaları ehlileştirmeyi başardıkları “he’enalu” nun (sörfün) icadından bu yana, ilk defa, yeni türde bir dalgayı yakalayabiliyor ve onunla iyi zaman geçirebiliyorduk.
Bizden, çok değil, iki kuşak önce, bu düzeneği görenler; içinde küçük insanların dolaştığına inanmışlardı… Biz ise yalnız küçük insanların değil, “gidemediğimiz coğrafyaların” da içeride olduğunu bilecek kadar aydınlanmış bir kuşaktık.
O harika ses dalgalarını havaya atıp, “isteyen alsın” diyen adam, “Yollar”ın, “Sonbahar”ın ve “Şehirler”in de orada, içeride olduğuna dair, hiç bir tereddüte yer bırakmamıştı.
Kısa hayatlarımızın iki ucu arasında gerçekten dalgalar vardı…
“San Francisco’nun bir köy, bir köprü, bir tepe ötesinde, bir balıkçı limanı iskelesinde”, ortak bir dostumuz, oturup onları saymamış mıydı?
10 Aralık 1967’de bu dünyadan ayrılan biri, geçenlerde, sizi eski bir dostunuzla tanıştırdıysa, zamanı ve mekânı bükebilen bu dalgaların, yeni bir teoriye ihtiyacı var demektir…
Bunu ancak, dünyayı elektromagnetik dalgalar kadar hızlı dolaşan ve valizinde bir radyo istasyonuyla seyahat eden biri yapabilir…
Kim bilir? Belki de o, dalgaların teorisini çoktan test etmiştir ve biz, sevgili Özge Ersu’ya kocaman bir teşekkür borçluyuzdur…
Kısa hayatlarımızın iki ucu arasında bıraktığı, şu “hoş seda” için…
Bâki kalacağına hiç şüphe yok!