Sanıyorum bir pazartesi günüydü. Aslında hangi gün olduğunun da bir önemi yoktu; çünkü buna çok benzeyen Salılarım ve Perşembelerim de olmuştu. Madison Square Garden’da 1978 sonbaharında sahne alan, Ian Anderson ve arkadaşları kadar neşe, heyecan ve heves doluydum. Üstelik bu üçüne tövbe etmiş azizlerin ülkesinde, bu üç günahı, ilk işleyişim de değildi.
İşte yine uslanmaz bir şekilde, arsızca neşe, heyecan ve heves doluydum. Tanıdığım genç insanlar vardı… Bahar vardı… Bugün bizi dışarıda beklemese de belki yarın için uzakta, küçük bir ütopya mümkündü. Olabilirdi. Toplumsal bir biçimde içine yuvarlandığımız deli zırvalarının arasında, bir sürü kırıkla yatarken, bu ütopyanın anestezik etkisine muhtaçtım…
Ama 2017’deyedik işte ve bu, Çin takvimine göre “Aleyna Tilki” yılına karşılık geliyordu. Ve herkes bilir ki, Aleyna Tilki yıllarında, başka bir yol aramazsınız. Belki sorgulayabilirsiniz, ama bir internet sitesi üzerinden… Bir arama çubuğu marifetiyle… Ve yalnızca piyango bileti numarası ya da trafik cezası gibi şeyleri…
Her neyse…
Geleneklere göre, yüzünüze acayip bir ifade kondurmalı, dudaklarınızı sıcak bir şeyi üfler gibi belli belirsiz aralık ve biraz büzülü bırakmalıydınız. Gerisi kolaydı. Bir ayna bulacak, akıllı telefonun çok megapikselli kamerasını ona çevirecek ve kendinizi çekecektiniz. Kadrajı kimle ya da neyle paylaştığınız önemli değildi. Umumi bir helada arka planda bir taharet musluğu, pembe plastik maşrapa ve duvara yaslanmış kırmızı bir paspas sapıyla da gayet iyi dururdunuz.
Paylaşımınız beğenildiyse, akşam eve dönerken, apartmanınızın “Beyaz Şahinler” gibi mavi ledlerle donatılmış asansör aynasında da bunu tekrarlayabilirdiniz.
Evet, 2017 Çin takvimine göre harika bir Aleyna Tilki yılıydı…
Kendinden hiç sıkılmadan, kendini çekmek, benim için çekilecek çile değildi…
Bu zamansız aralıkta, sürekli ve sürekli, bir olasılıksızlığı oldurmaktan bahsetmek istiyordum.
Bunu “Serdar’ın Sahnesi Çok İyi” senesinde ve mübarek “Aynen” aylarında da yapmıştım.
Sonuçta otomobillerin krom tamponları, ahşap panelleri yoktu ama, plastiği krom; suntayı ahşap gibi gösterebilme konusunda çok yol katetmiştik.
Plastik ya da suntanın üzerinde çok çalışarak değil, “insan”ın üzerinde hiç durmayarak yapmıştık bunu. Hiçbir şeyi değerleyemeyen bir kitle/kalabalık, her an çatlayan binlerce larvayla, minik prensesler, küçük pop Kerimcan’ları doğuruyordu.
“Kimim ben?” demodeydi. “Sen kimsin ya?”ya ise bayılıyorduk. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” ise “2. en iyimiz”di…
“İçi boş ve yükselmekte olan şey” eşgaline balondan daha çok uyan yüzlerce “şey” tanıyordum…
O kadar çok yükseliyorlardı ki, atmosferin dışında havada asılı sümen ve bürosit kolonilerinde elektriklenip izdivaç yapmaları an meselesiydi. Küçük bedava şeyler ne güzeldi…
Birden plastik, pembe bir maşrapa olmak istedim.